BÜYÜKLERE MASALLAR…

Birkaç yıl önce, Türkiye’yi yakından takip eden Batılı bir gazeteci, bir soru üzerine, “Türkiye’de gerçekle kurguyu birbirinden ayırt etmek oldukça zor” demişti. Bunun bir yergi mi, yoksa övgü mü olduğu uzunca bir süre tartışılmış sonunda unutulup gitmişti.

Haklıydı insanlar… Unutmayıp da ne yapacaklardı… İnsanların bu tartışmaları sürdürecek ne zamanları, ne de takatleri vardı. İnsanlar, karınlarını doyurmaktan, başlarını sokacak bir ev bulmaktan, çocuklarının eğitiminden başka bir şey düşünmez olmuşlardı. Tarih, felsefe, toplumbilim, ülkenin geleceği, yarınlar… Bunlara kafa yormak artık lükstü, bırakın lüksü tehlikeliydi. Değil mi ki, “İnsan unutmanın şerbetine ekmek kadar muhtaç”tı onlar da yaşamak için, unutmaya mecburlardı.

Taşımak yüktü çünkü… Her biri cihan pehlivanı da olsalar bu yükü taşıyamazlardı, er ya da geç sırtlarından atmak zorunda kalıp unutacaklardı.

Unuttular.

Herkes unuttu.

Fakat her şeyin olduğu gibi bunun da bir bedeli vardı ve er ya da geç bu bedel ödenecekti, hem de faiziyle… Vakit geldi, fatura önlerine kondu, artık ödeme zamanıydı.

Operasyonlar başladı.

Her yeni gün yeni bir operasyon demekti. Henüz sabah mahmurluğunu üzerimizden atmadan, bir başkasına, onu anlamaya çalışırken diğer bir başkasına maruz kalmaya başladı insanlar.

Suç

Eylem

Yasa

Gelenek

Ölçü

Masumiyet… Hiçbirinin önemi yoktu. Hiç kimse bundan muaf değildi. İnsanlar, endişeyle tombala torbasının içindeki rakamlar misali sıranın ne zaman kendilerine geleceğini beklemeye başladılar.

Suç?

Kolaydı.

Olmasa da uyduruluyordu.

Uydurulamazsa, “Gözünün üstünde kaşın, ya da kaşının altında gözün var” denilerek suç yaratılıyordu. İş çığırından çıkmıştı artık...

Öyle ki:

Diploması olup olmadığı tartışmalı olan biri, 35 yıllık diploması olan birini “sahtecilikle” suçlayıp hapse attırıyor, bununla yetinmeyip avukatını da hapse attırıyordu.

 İddianamede “suç örgütü elebaşı” denilen ve hakkında 447 yıl hapis cezası istenen kişi elini kolunu sallayarak dışarıda gezerken, “örgüt” elemanları en ağır şartlarda muhalif olmanın bedelini ödüyorlardı.

Duruşma günü, salonun kapıları kapatılıyor, suçlanan kişinin diğer avukatları ve duruşmayı izleyecek olanlar salona alınmıyordu.

Daha kötüsü, duruşmada, adaleti temsil etmesi gereken yargıç: “Ben devleti temsil ediyorum” diyerek tarihi bir itirafta bulunuyordu.

 Patron çıldırmıştı.

Dur durak bilmiyordu.

Hesap açıktı.

Maksat hâsıl olunca toplum nasıl olsa bunları kanıksayacak, giderek unutacaktı.

Yaşananları izah etmekte güçlük çekenler işin kolayını buldu, bütün bunlar kötü birer şaka olmalıydı. Sıralı, sırasız herkes işi şakaya vurmaya başladı.

Böylelikle hem olayların bir izahını buluyor, hem de eğleniyorlardı.

Kıbrıs’ta seçim yapılacaktı.

İktidar, “Yediemin” Tatar’ın seçimleri kazanması için,  ne kadar sanatçı, futbolcu, siyasetçi eskisi varsa adaya gönderdi.

Sonuç?

Hüsrandı.

Bunun üzerine memleketin en kudretli 2. Adamı Bahçeli:

“KKTC parlamentosu acilen toplanmalı, seçim sonuçları ve federasyona dönüşün kabul edilemeyeceğini ilan etmeli ve Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı almalıdır” dedi. Bahçeli’ye göre, “Kıbrıs, Türkiye’nin 83. Vilayeti” olmalıydı.

Bu sözlerin gerçek mi, yoksa kurgu mu olduğuna uzun süre karar veremedi insanlar.

“Yok, canım” dediler, “olmaz böyle bir şey… Uydurmadır. Bahçeli gibi hem de adının başında “Dr” yazan, akademik kariyere sahip bir siyasetçi böyle bir şaka yapar mı?”

Kısa sürede şaka olmadığı anlaşıldı.

Hayır.

Başka biri dese, ne bileyim “sıradan” biri, “hezeyan” der ciddiye almaz geçerdi insanlar. Fakat bu Bahçeli... İktidarın ortağı, memleketin kaderini çizen iki kişiden biri… O deyince bir değil, birkaç kez düşünmek gerekiyordu. Ne de olsa kudretinin sınırı yoktu.

”Olacak” diyor

Oluyor.

“Olmayacak” diyor

Olmuyordu.

Bırakın çağdaş dünyanın değerlerini, medeniyeti, yasaları, anayasayı, en basit insan haklarını bile hiçe sayıyor, hasbelkader eline geçirdiği siyasi gücü, ülkenin kaderine kefen biçmek için kullanıyordu. Koca ülke, boynunu kasabın bıçağına uzatmış koyun gibi onun gözlerinin içine bakıyordu. İstese adalet Tanrıçası Themis’e dansöz kıyafeti giydirip sokaklarda dans ettirecekti…

Çok da rağbet görüyodu.

Hatta korkuluyordu.

Fakat bu korku, yarın bir gün yapılacak genel seçimler için, Bahçeli’nin “iptal edilsin” demeyeceğini garanti etmiyordu.

Aksine mümkün kılıyordu.

Bu “şaka”  tek bir örnek olsa, “canım söylesin dursun” der geçerdi insanlar,  fakat buna rahmet okutacak gelişmeler hayatın parçası olmuştu.

Sistem hızla çürüyordu.

Ülkenin dört bir yanından cerahat akıyor, çürümüş et kokusu toplumun bütün hücrelerine yayılıyordu.

Merkez Bankası yöneticisi yönettiği bankanın parasını çalıyor, kimse tınmıyordu. Aksine, “Herkes çalıyor” denilerek  hırsızlık meşrulaştırılıyordu.

Çünkü kendi bakanlığına “dezenfektan” satarak soyan Bakanı unutup, yeni görevine alkışlarla uğurlamışlardı, çünkü çalmayan “enayi” çalan işini bilen “kahraman”dı.

Çürüme o kadar devasa boyutlara ulaştı ki:

Ülke herkesin ülkesi olmaktan çıktı.

Ülke mafyanın

Uyuşturucu tacirlerinin

Kalpazanların

Sahte evrak üretenlerin… At koşturduğu, el kadar çocukların sokaklarda terör estirdiği, adam kurşunladığı bir suç cennet haline geldi.

Hiçbir insanın can ve mal güvenliğinin, özgürlüğünün teminatı yoktu.

Modern bir “1984” yaşanıyordu.

Yasaların hükmü yoktu.

Çünkü yasa yoktu…

Gazeteciler

Kanaat önderleri

İş insanları

Siyasiler

Öğrenciler

Akademisyenler

Yazarlar… İtiraz eden, etmeye yeltenen herkes “gözünün üstünde kaşın var” denilerek, gözaltına alınıyor, hapsediliyordu.

Son şaka bir cuma sabahı gerçekleştirildi.

Merdan Yanardağ, Necati Özkan ve Ekrem İmamoğlu’na “casusluk” suçlamasıyla operasyon başlatıldı. Akşama Tele 1 televizyonuna kayyum atandı.

Savcılığın açıklaması, “Kirli sepeti” gibi, içinde her şey vardı,  “İsrail, PKK, FETÖ, yabancı ülkelere casusluk…”

Belli olmuştu, bu operasyonlar durmayacak. İşledikleri suçların büyüklüğünden olsa gerek iktidarı terk etmemek için akla, hayale gelmeyecek suçlamalarla toplumu “terörize” edeceklerdi.

Küçük bir azılık dışında ahalinin büyük bir çoğunluğu biraz vurdumduymazlık, biraz çaresizlik içinde, başlarına gelecek felaketten habersiz, aynı gemide olduğunu unutarak, başka bir vatan olmadığını bilmeden sözüm ona gününü kurtarmaya çalışıyordu.

Bu gidişat Lut kavminin sonunu hatırlatıyordu.

“Çok açgözlü ve kibirliydiler, kaygısızlardı, kendilerinden başkasını düşünmediler. İğrenç şeyler yaptılar. Bu yüzden onları ortadan kaldırdım.”

Çağ kötü

Çağ pis.

“Anti-hukuk”

“Eksik insanlaşma”

Yaşanan medeniyet kaybı acıları görünmez kılıyordu.

Tarih:

Hiçbir toplum kendi aynasına cezasız bakmaz. Hakikati görmek insana ahlak sarsıntısı geçirtir ve insan içindeki karanlığı seyretmekten korkar. Onu anlamak yerine onu biçimlendirir, türlü bahaneler bularak yükünü hafifletir. Böylelikle, gerçekle kurgu birbirine karışır, hakikat görünmez olur, diyordu.

Zaman tükeniyordu.

Kötülük, kızgın nal çakılmış bir at gibi dol dizgin giderken, insanlar televizyon ekranlarında gösterilenleri, gazete sütunlarında yazılanları, kürsülerden, mikrofonlardan anlatılanların hangisinin gerçek, hangisinin kurgu olduğunu bilmeden kaderine koşuyordu.

“Vatan, millet, din, iman, refah” diye anlatılanların çoğunun cilalanmış kurgulardan, sessiz bir karanlıktan başka bir şey olmadığını bilmiyordu.

Artık her şey mümkündü.

Artik hiçbir yüz masum değdi.

İçsesi sustuğunda bile gölgeler konuşuyordu.

Artık vicdanlar bile kirliydi.

Her şey çürüyordu.

İnsanlar:

“Bu çürümenin ortasında utançlarına tutunmuş iyi şeyler düşünerek” yaşamaya çalışıyor, teselliyi masallarda arıyorlardı.

İyi pazarlar…