TURNA KUŞU…

İki şey var ki, ancak ölünce unuturmuş insan; annemizin yüzüyle, şehrimizin yüzü. İkisini de kaybettim. İkisi de yok artık! Ne annem var,  ne de şehrim…

Son yolculuğuna uğurlamadan önce son bir kez daha bakmıştım annemin yüzüne. Bir genç kız gülümsemesi öylece donup kalmıştı yüzünde. Zaman durmuştu.  Annem yirmi üç, ben beş yaşındaydım.

Ve şehrim!

Şehirlerim… Hatay, Antep, Maraş, Urfa, Adana, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Diyarbakır…

“Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım/Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı”

Kursağımda ekmeği, hayalimde hatıraları var.

Şehir...

Şehir bir toplumun hafızası, eli, ayağı, ağzı, gözü, gülümseyen yüzüdür.  Saçları ağarmış, sakalı göğsünde koca çınar, bir bilge, maziyi ruhunda saklayan bir hazinedir.

Şehir bir mucizedir.

Şehir biriktirmektir.

Artık yok.

Yoklar.

Maziyi

Hatıraları

Ruhumuzu

Kaybettik…

Ne demişti Kavafis:

“Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler. Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent... Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın...”

Artık, başıboş köpekler dolaşıyor yanmış, yıkılmış, kahrolmuş şehirlerimin yorgun sokaklarında…

Ve insanlar!

İnsanlarımız… Binler, on binler, milyonlar… Türk, Kürt, Arap… Mütedeyyin, modern, muhafazakâr… Sağcı-solcu, inançlı, inançsız… Pis yöneticilerin insafına terk edilmiş, sahipsiz ve kimsesiz, toprağın altında, üstünde, ekran başında milyonlarca acılı insan… Ve kırık kalpler, kederli, çaresiz insanlar…

Ne rakam

Ne istatistik… Bu acıyı anlatacak ne kelimeler var, ne de kurulacak cümleler…

 “…Zeytin, incir, kavun ve renk renk salkım salkım üzümler

ve sonra kara saban

ve sonra karasığır:

ve sonra: ileri, güzel, iyi

her şeyi

hayran bir çocuk sevinci ile kabule hazır

çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım

yarı aç, yarı tok

yarı esir...”

Ne söylense yetersiz, ne yazılsa kifayetsizdir; hakikat ortadadır artık…

İnsan, yemekten, içmekten, uyumaktan utanır mı?

Utandık.

Konforumuzdan utandık.

An oldu yaşadığımızdan utandık.

Ve utanmayanlar?

İnsanın hiç mi başı öne düşmez, yaşadığından, yaşattığından hiç mi utanmaz?

Utanmadılar.

Ne Türkçe, ne de başka bir dil, 72 millet bir araya gelse bu utanmazlığı anlatacak ortak bir dil yaratamazlar.

Hakkın, hakikatin ve tarihin, “suçlu ayağa kalk” diyecekleri, kibir abideleri, hesap vermek yerine,  mazlumları azarlıyor, yardıma koşanları tehdit ettiler.

Tıpkı orman yangınında, maden faciasında, sel baskınında yaptıkları gibi, ihmali, beceriksizliği, umursamazlığı kadere bağladılar.

 “Ne yapalım, ‘Kader planı’ diyerek, Tanrı’yı suçlarına ortak etmeye çalıştılar.

Yetmedi.

Mazlumların canları üzerinden hesap yapıp, kazananı belli ‘piyango’ düzenlediler.

Onlar, milletin bir cebindeki parayı diğer cebine aktarırken, Sülün Osman mezarında ters döndü.

Şeytan kıs kıs halimize güldü...

Halk, bir yandan memlekette ne çok milyarder, ne zengin şirketler varmış diye hayretler içerisinde ekrana kilitlenirken, diğer yandan, “Türk milletinin birlik ve beraberliği” karşısında gözyaşları sel oldu aktı...

Oysa ortada ne bağış vardı, ne yüce gönüllülük, ortada  bolca yalan, bolca hamaset süfli bir riyakârlık vardı.

Bir devlet memuru olan Diyanet Başkanı 310 milyon lira bağış yapabilir mi?

Nereden, nasıl kazanmıştır?

Kaç yılda birikir  bu miktarda para?

30 milyar bağış yapan Merkez Bankası Başkanı, “Milletin olanı millete verdik” diye afra sattı.

Öyleyse bu reklam niçin?

Vergiden düşülen yardım, yardım mıdır?

Vergiden değil, matrahtan düşülecekmiş!

Hay ninemin köse sakalı!

Ey halkım!

Yaşadıklarımız Tanrı’nın çizdiği “kader planı” değil, pis yöneticilerin bize layık gördükleri kader planıdır. Tanrı bunca mazlumun, bunca masumun yok yere acı çekmesine, yaralanmasına, ölmesine izin verir mi? Veriyorsa bu Tanrı iyilerin Tanrı’sı olabilir mi?

Bize gösterdikleri Tanrı, pis yöneticilerin uydurma Tanrı’sıdır. Bu Tanrı’ya tapmak, itaat etmek, hayatın ve aklın fıtratına aykırıdır.

Bize yaşattıkları, saf kötülüktür; kötülüğün insan kılığındaki berbat  halidir…

 

Depremin dördüncü günüydü. Ekran karşısında içim geçmişti. Bir rüya gördüm.

Adıyaman’ın bir köyündeymişim.

Deprem köyün bütün damlarını, ahırlarını yıkılmıştı. Koca köy büyük bir enkaz halindeydi. Hava soğuktu. Dağlar, ovalar karla kaplıydı. Köy meydanın ortasında yan yana dizilmiş çok sayıda insan cesedi, yanında ise çeşitli renk ve desenlerde devasa bir kağıt yığını vardı. Sakalları uzamış, göz çukurları derine kaçmış, dünyanın bütün yükünü sırtlamışlar gibi yorgun ve bitik erkekler, ağlamaktan gözleri şişmiş, giysileri paralanmış kadınlar, yarı çıplak çocuklar… Üzerlerinden sefalet akan çok sayıda insan bu ceset ve kağıt yığının etrafında halka olmuş, bakışlarını birbirlerinden kaçırarak, sükut içinde, durmadan, dinlenmeden büyük bir vakarla kağıttan kuş yapıyorlardı.

Yanlarına yaklaştım:

-Nedir bunlar? Dedim.

-Turna kuşu, turna kuşu yapıyoruz dediler.

-Ne yapacaksınız bunları?

- Gökyüzüne salacağız.

-Niçin?

-Depremde kaybettiklerimizin ruhu bunlar, ölümden sonraki hayata uçacaklar…

Sadoka geldi aklıma.

Hikâyeyi bilirsiniz.

Japonya’ya atom bombası atıldığı zaman 2 yaşında bir kız olan Sadako, 12 yaşına geldiğinde atom bombası etkileri sonucu maruz kaldığı radyasyonun da etkisiyle kansere yakalanır ve hastaneye yatırılır. Sadoka’nın durumu ümitsizdir. Doktorlar, her gün ölecek gözüyle baktığı bu küçük kızı, sürekli hastanenin koridorlarında koşarken, zıplarken buluyorlarmış. Küçük kızın hastanedeki en sevdiği kişi, kendisi de kanser hastası olan, 80 yaşındaki sevimli yaşlı bir kadınmış. Küçük Japon kızı, ölüm döşeğindeki bu kadını bir an olsun yalnız bırakmazmış.

Bir gün yaşlı kadının yanına gittiğinde durumunun iyice ağırlaştığını görmüş. Ölmek üzere olan yaşlı kadın “Artık benim için çok geç fakat bizim inanışımıza göre kim kâğıttan 1000 tane turna kuşu yaparsa, her isteği kabul olur. Ben yapamadım, sen yap kurtul” demiş. Küçük Japon kızı, yaşlı kadının ölümüne çok üzülmüş. Fakat yaşlı kadının dediğini aklından çıkarmamış ve bir an önce kâğıttan turna kuşu yapma işine koyulmuş.

Her gün neşe içinde çok hızlı bir şekilde turna kuşları yapıyormuş fakat ilerleyen hastalık süreciyle birlikte güçten kesilmiş. Kolunu bile kıpırdatamayan küçük kız, artık turna kuşu yapamaz olmuş. Hayattaki son saatlerine kadar ancak 644 tane turna kuşu yapabilmiş.

Hastanedeki hemşireler ve hasta bakıcılar odaya girdiklerinde küçük kızı yatağında cansız bir şekilde yüzünde bir gülümsemeyle bulmuşlar.

Ve sonra…

Olayı duyan herkes hastaneye binlerce kâğıttan turna kuşu yapıp yollamış. Küçük kızın ölümünden aylar sonra bile hastaneye, kâğıttan turna kuşu gönderilmiş. Küçük kızın arkadaşları eksik kalan 356 adet kâğıttan turna kuşunu tamamlayıp, 1000 adet kâğıttan turna kuşuyla birlikte gömmüşler…”

Gördüğüm rüyayı hayra yoran çıkar mı?

Adıyamanlı köylülerin yaptıkları kuşlar uçar mı?

Bu devran böyle sürer mi?

Bunlar bilinmez ama artık insan değil, turna kuşuyuz hepimiz.

Öfkemiz içimizde, acının ve kederin üstünde uçmaya çalışıyoruz.

Kanadımız kırık…